Sponsor Bağlantılar
|
Çevir
' fa' sonuçları
fabeceae(i)., (bot). fasulye familyası. fabaceous (s). fasulye familyasına ait.
3D Oyunlar Türkiye'nin en güzel ve ilk 3d oyun sitesi - 3doyunlar.net
fabian(s)., (i). tedbirli ihtiyatlı; tereddüt eden, geciktiren, Anibal'i yıpratan QuintusFabius Maximus gibi; ingiltere'de ılımlı sosyalist bir derneğe mensup; (i). bu derneğin üyesi.
fable(f). hikâye söylemek, yalan söylemek. fabled (s). efsanevi, meşhur.
fable(i). masal, içinde hayvanların da insanlar gibi konuşup davrandığı hikâye, fabl; hayal gücüne dayanan hikâye, içinde morali olan hikâye, efsane, mit; yalan.
fabliau(çog aux) (i). manzum masal.
fabric(i). kumaş, bez, dokuma; bünye, nesiç, doku.
fabricate(f). imal etmek, parçalarını bir araya getirerek yapmak; uydurmak yalan söylemek, slang atmak. fabrica'tion (i). imal etme; yalan, uydurma. fab'ricar (i). imalatçı; uyduran veya atan kimse.
fabulist(i). hayal unsuruna dayanan hikâyeler yazan kimse; yalan uyduran kimse.
fabulous(s). inanılmaz, müthiş, mükemmel, fevkalade; uydurma, hayal mahsulü, efsanevi; abartılmış, mübalâğalı. fabulously (z)., (k.dili) inanılmaz mükemmellikte.
face(i). yüz, çehre, surat, sima; küstahlık, cüret; (ticari evrakta yazılı olan) asıl değer;on taraf; (sikke) resimli yüzey; (matb.) yazı;görünüş, üst, düzey, satıh; (mat.) düzey, yüz; (mad.) üzerinde çalışılan tünel duvarı veya sonu. face card resimli iskambil kağıdı. facedown yüz üstü, yüzü koyun .face lifting (tıb.) yüze uygulanan estetik ameliyatı. face to face karşı karşıya, yüz yüze. in the face of karşısında, dikkate alarak, rağmen. fly in the face of karşı gelmek. have the face yüzü tutmak, cüret etmek.Iose face itibarını kaybetmek. make a face yüzünü gözünü buruşturmak. make faces alay ederek yüzünü gözünü tuhaf şekillere sokmak. onthe face of it dış görünüşe göre. pull along face suratını asmak. put a bold face on (zor bir durum) karşısında cesaret göstermek. put a new face on the matter işin şeklini değiştirmek, işe baska cephe kazandırmak. save one's face kabahatini örtbas etmek.show one's face meydana çıkmak, kendini göstermek. to my face yüzüme karşı.
faceyüzüne bakmak; yönelmek; karşılamak, karşı karşıya gelmek, yüz yüze gelmek, karşısında olmak; cesaretle karşılamak;iskambil kâğıt açmak; kaplamak, astarlamak;taşın yüzünü yontup düzeltmek, düzgünleştirmek; bakmak, dönmek; nâzır olmak, nezareti olmak face about aksi istikamete dönmek face down sukut ile veya küstahlıkla hasmını susturmak, karşısındakini sindirmek; yüzü koyun, yüzü alta gelerek face the music ABD, argo cezalandırılma ihtimali karşısında yılmamak face out sonuna kadar dayanmak face up to cesaretle karşılamak,farkına varmak
faceplate(i)., (mak.) tornada düz ayna,torna tezgâhında işin bağlandığı ayna.
facet(i). kıymetli taşın yüzeyi, faseta;yon: (zool.) bileşik gözü teşkil eden ufak gözlerden her biri.
facetiae(i), (çoğ.) nükteli sözler; kaba nüktelerden ibaret kitaplar.
facetious(s). şakacı, latifeci, komikliği üzerinde, tuhaf. facetiously (z). şakalaşarak,latife ederek. face value itibari kıymet.
facework(i). bina veya duvar cephesine konan mermer gibi şey.
facial(s).,(i). yüze ait, veçhi;(i). yüz masajı. facial angle yüz açısı.
facies(i). dış görünüş; (jeol.) Kaya birikintilerinin bileşim ve oluşumlarını düzenleyen özelliklerin. toplamı; (tıb.) hastalık sırasında yüzün ifadesi.
facile(s). kolay; sevimli, cana yakın; uysal,kolay inanan, yumuşak huylu; mahir, usta,becerikli.
facility(i). kolaylık, suhulet; fesahat;serbestlik; uzluk, hüner; (ask.) özel bir iş için yapılmış bina. facilities (i). vasıta, imkân,bina, tesisat.
facing(i). kaplama; kumaşın kenarına geçirilen astar.
facsimile(i). faksimile, kopya, suret,aynı, tıpkı; radyo veya telgraf ile resim veya yazı gönderilmesi metodu.
fact(i). gerçek, hakikat; durum, gösterilen husus veya keyfiyet. factfinding (s). delil toplayan (komisyon). accessory after the fact (huk.) cürüm işlendikten sonra suç ortağı olan kimse .in fact gerçekten, hakikaten,filvaki. matter of fact (bak.) matter.
faction(i). hizip, grup, bölüntü; hizipleşme, ihtilaf. factionist (i). hizipçi, ihtilafçı, partizan. factional (s). taraftar, ihtilaf çıkaran. factionalism (i). partizanlık, ihtilâf.
factious(s). fitneci, fesatçı, ihtilâf çıkaran, hizipçi.
factitious(s). yapma, suni, düzme,uydurma, gösterişten ibaret. factitiously (z). suni olarak, uydurarak. factitiousness (i). yapma oluş, sunilik.
factitive(s)., (gram.) bir nesnenin yanı sıra bir de belirleyici tümleç olan fiili gösteren: They made him king. Onu kral yaptılar.
factor(i). sebeplerden biri; (mat.) çarpılanlardan biri: (tic.) bir firmaya borç para veren kimse; (tic.) komisyon alarak satış yapan kimse.
factor(f).,(mat.) çarpanlarını bulmak.
factorial(s)., (i)., (mat.) birbirini takip eden çarpanlara ait; (i). 1 'den başlayarak verilen bir sayıya kadar olan ardıl pozitif sayı serisinin çarpımı.
factory(i). fabrika, imalâthane, atölye; (eski.) yabancı bir memlekette iş hanı.
factotum(i). kâhya, her işi gören memur.
factual(s.) olaylara dayanan; kelimesi kelimesine, tam. factually (z). olaylara dayanarak, keyfiyete göre.
facula(i)., (çoğ. lae) ,(astr.) güneş yüzündeki parlak nokta.
facultative(s). yetenekli; seçimli,ihtiyari, mecburi olmayan; bir hassa veya melekeye ait.
faculty(i). hassa, meleke; güç, iktidar,yetenek, kabiliyet, kuvvet; (A.B.D.) bir okulun öğretmen kadrosu; bir üniversitenin öğretim üyeleri (topluca); üniversite dalı, branş, fakülte.
fad(i). toplumca merak, heves, aşırı bir hevesle üstüne düşülen geçici eğlence veya alışkanlık. faddish (s). geçici heves gibi. faddist (i). geçici hevesleri olan kimse.
fade(f).,(i). solmak, rengi atmak, kurumak,zayıflamak, soldurmak, kuvvetten düşürmek. fade away, fade out sönmek, zail olmak,geçmek; (radyo, televizyon) tedricen değişmek fade in tedricen duyulmak veya görünmek (sinema, radyo, televizyon). fade out tedricen gözden kaybolmak veya duyulmamak. fadeless (s). solmaz fadelessly (z). solmayacak şekilde.
fag(f). (ged, ging), i didinmek, çalışıp yorulmak, uğraşmak; çalıştırıp yormak; uşak gibi çalıştırmak. (özellikle ingiltere'de öğrenciler arasında); (i).,(ing.) üst sınıftaki öğrenciye hizmet eden öğrenci; (A.B.D.), (argo.) homoseksüel erkek. fag end kumaşın kötü dokunmuş başı veya sonu; halatın gevşek ucu; işe yaramayan artık şey. be fagged out bitkin bir halde olmak, bitap düşmek.
fagot(i).,(f). ince odun demeti; işlenmek için bağlanmış demir çubuk demeti; (f). böyle demet yapmak, böyle demet bağlamak.
fagoting(i). kumaş üzerindeki ajurlu nakış.
fail(f). başaramamak, becerememek, muvaffak olamamak, çıkmamak, bitmek, kifayet etmemek; kuvveti kesilmek, zayıflamak; iflâs etmek; kalmak (sınavda), geçememek; boşa çıkarmak, bırakmak, ümidini kırmak; ihmal etmek, yapmamak; sınıfta bırakmak, geçirmemek. failsafe (s). arızalara karşı otomatik tertibatı olan (mekanizma). Don't fail toact Mutlaka yap Yapmamazlık etme. He failed to come. Gelmedi. Words fail me Söyleyecek söz bulamıyorum. Ne desem bilmem ki ! without fail elbette, mutlaka.
failing(i).,(s). kusur, zaaf, ayıp; (s). zail olan, eksilen.
failingedat olmadığı takdirde. failing that aksi takdirde.
faille(i). kendinden çizgileri olan yumuşak ipekli kumaş.
failure(i). başarısızlık, muvaffakiyetsizlik, beceremeyiş; ihmal, yapmayış; bitme,tukenme, kaybolma; zail olma, zayıflama, inkıraz; iflâs; başarı kazanamayan kimse veya şey.
fain(s)., (z)., (eski) memnun, istekli, hevesli,arzulu; yükümlü, mecburi; (z). seve seve. I would fain go Gitmek isterdim; gitmeyi arzularım.
faineant(s). tembel, aylak, boş gezenin boş kalfası.
faint(f). bayılmak, solmak. faint away bayılmak, kendinden geçmek.
faint(s)., (i). donuk, belirsiz, zayıf, baygın,gevşek; isteksiz; (i). baygınlık, bayılma. fainthearted (s). yüreksiz, korkak; mahcup, çekingen. faintly (z). azıcık, hafiften. faintness (i). baygınlık, bayılma, halsizlik.
faints , feints(i). viski veya başka bir içki imal edilirken en son çıkan hafif ve karışık ispirto.
fair(s). güzel; hoş, zarif, istenir; saf, temiz,pak; dürüst, haklı, doğru, adil, mubah; sarışın,kumral; orta, vasat, şöyle böyle; uygun, muvafık, müsait; iyi, açık (hava); uğurlu; okunaklı, açık. fair and square doğru ve dürüst,haklı. fair ball beysbol iyi bir top (vuruşta).fair copy temiz kopya. fairhaired (s). sarı saçlı; gözde olan. fairminded (s). makul düşünen, fair play tarafsızlık; tarafsız oynama. fair to middling (A.B.D.), (k.dili) orta, fena olmayan. fair trade (f)., (s)., (tic.) bir malın tenzilatlı satışını önlemek, damping yaptırmamak: (s). tenzilâtsız (fiyat) .fair weather açık hava. fairweather friend iyi gün dostu. fairwind uygun rüzgâr. All's fair in love and war Aşkta ve harpte her şey mubahtır. by fair means or foul her ne pahasına olursa olsun. the fair sex kadınlar, cinsi latif .fairish (s). oldukça iyi, oldukça büyük. fairly(z). oldukça; haklı olarak, gereği gibi; müsait olduğu veçhile, uygun bir şekilde; âdeta,tamamen. fairness (i). doğruluk; güzellik in all fairness doğruyu söylemek gerekirse.
fair(z). iyi, yolunda, dürüstçe, tam .fair spoken her şeyin doğrusunu söyleyen; nazik,tatlı dilli, kandırıcı. bid fair (bak.) bid play fair kurallara göre oynamak, hakça mücadele etmek.
fair(i). pazar, panayır, fuar, sergi. fairgroundi panayır meydanı, sergi yeri.
fairing(i)., (müh.) karenaj; (hav.) kaplama.
fairway(i)., (golf) çimenli yol; bir koy,liman veya ırmağın seyredilebilen kısmı, serbest geçit.
fairy(i)., (s). peri; (argo.) homoseksüel erkek,(slang). ibne; (s). peri gibi, perilere ait .fairyland (i). periler ülkesi, büyülü yer. fairylike (s). peri gibi, peri elinden çıkmış gibi .fairy ring bazen çayırlarda bulunan ve perilerin dansından meydana geldiği farz olunan taze mantar halkası .fairy tale peri masalı; inanılmaz hikâye, yalan.
faitaccompli(Fr.) emrivaki, olup bitti, oldu bittiye getirme.
faith(i). inanç, itikat, iman; güven, itimat,emniyet, tevekkül; din; sadakat, vefa. faith cure itikatla şifa bulma. faith healer itikatla hastalığı iyi ettiğini iddia eden kimse. faith in God Tanrıya inanış, Allaha iman. bad faith kötü niyet, bozuk niyet, hıyanet, samimiyetsizlik. break one's faith sözünde durmamak, güvenini sarsmak. good faith samimiyet, iyi niyet. keep one's faith imanını elden bırakmamak; sözünde durmak .pin one's faith on (herhangi bir şeye) bel bağlamak, tamamen güvenmek.
faithful(s). mümin, iman sahibi; sadık,vefakâr, doğru, güvenilir, itimada şayan. faithful to his word sözüne sadık. the faithful müminler, bir dine iman etmiş olanların tümü. faithfully (z). sadakatle, imanla. faithfulness (i).sadakat, iman.
faithless(s). sadakatsiz, hain, güvenilmez; inanmayan; imansız, dinsiz, kâfir; kararsız. faithlessly (z). sadakatsiz bir şekilde,imansız bir şekilde. faithlessness (i). güvensizlik; imansızlık.
fake(s)., (f)., (i). sahte, yapma, uydurma; şarlatan; (f). uydurmak; (i). sahte şey, taklit .faker (i). sahtekâr, dolandırıcı, yalancı; seyyar satıcı.
fakir(i). derviş, fakir, Hint fakiri.
falange(i). bir İspanyol faşist örgütü. falangist (i). İspanyol faşist örgütü üyesi.
falcate(s). orak şeklinde,kanca veya çengel şeklinde, hilal şeklinde.
falchion(i)., eski pala gibi enli ve ağır kılıç.
falcon(i). şahin, sungur, doğan. falconer (i). şahinci, doğancı, avcı. falconry (i). şahin veya doğan ile avlanma; doğancılık,kuşçuluk. peregrine falcon alaca doğan,şahin, (zool.) Falco peregrinus. red footed falcon kırmızı ayaklı kerkenez, (zool.) Falcovespertinus. white falcon ak sungur, (zool.) Falco rusticolus.
falconet(i)., (tar.) bir çeşit ufak top; Asya'ya mahsus birkaç çeşit doğan.
falderal, folderol(i)., (eski). şarkılarda kullanılan anlamsız nakarat; boş laf; önemsiz şey, süs.
faldstool(i). kilisede diz çökmek için kullanılan alçak tabure.
fall(f). (fell, fallen) düşmek, dökülmek,yağmak; çökmek; kapanmak, yıkılmak, mahvolmak, ölmek; alınmak, zapt olunmak, düşmek (kale); inmek, azalmak, eksilmek, kesilmek; gelmek, çıkmak, vurmak; tutulmak,duçar olmak; dalmak, başlamak; rastlamak,tesadüf etmek, vaki olmak; ayrılmak, bölünmek, taksim olunmak; doğmak. (hayvanlarda)fall afoul münakaşa etmek, atışmak; çarpmak. fall a sleep uykuya dalmak. fall away çekilmek; fenalaşmak, gerilemek; zayıflamak. fall back geri çekilmek .fall back on(güvenilecek bir kimseye veya bir yere) başvurmak.fall behind geri kalmak, arkadan gelmek. fall down düşmek. fall flat bekleneni elde edememek, karşılığını görememek fall for(A.B.D.), (argo.) aldatılmak; (slang) kesilmek, bitmek; çok beğenmek, bayılmak. fall in dizilmek, sıraya girmek; çökmek; yıkılmak;bitmek; uygun gelmek, münasip olmak. fall in love âşık olmak. fall in with rast gelmek,tesadüf etmek; kabul etmek, muvafakat etmek,uymak. fall into error hataya düşmek,yanılmak. fall off çekilmek, azalmak, düşmek, bozulmak.fall off the roof (argo) âdet görmek, aybaşı olmak. fall on gelmek, düşmek; hücum etmek, üstüne düşmek, saldırmak; keşfetmek. This month the twentieth fell on a Friday. Bu ayın yirmisi cumaya rastladı. fall on one's face (k.dili) yüzüne gözüne bulaştırmak. fall on one's feet dört ayağının üstüne düşmek, atlatmak, sıyrılmak, başarmak. fall out kavga etmek, bozuşmak; vaki olmak;(ask.) sıradan çıkmak. fall over yıkılmak. fallover oneself kendini çok istekli göstermek. fall prostrate yüz üstü kapaklanmak, bayılıp yere yıkılmak. fall short (of) kafi gelmemek, eksik gelmek, varmamak, ulaşamamak, umduğu gibi çıkmamak. fall through başarı kazanamamak, muvaffak olamamak,vazgeçilmek. fall to yemeğe veya harbe başlamak, girişmek, başlamak. fall under altına düşmek, dahil olmak, girmek. fall upon saldırmak, üstüne gelmek. fallen on evil times fena günlere gelmiş. fallen woman düşmüş kadın, fahişe. falling star göktaşı. His eye fell upon me. Gözü bana ilişti. His face fell. Suratı asıldı. It all fell out for the best. Sonucu hayırlı oldu. It fell to my lot. Benim payıma düştü. Bana isabet etti. The plans fell to the ground.Planlar suya düştü.
fall(i). düşüş, düşme, sukut, iniş; sarkma;yıkılma, çökme, inkıraz; yağış; bir defada yağan yağmur miktarı, düşüş mesafesi, fiyatların düşmesi, ucuzlama; dökülme, akma; sonbahar, güz, aynı mevsimde veya aynı zamanda doğan kuzular, hayvanların doğması; meyil,yamaç, yokuş aşağı; zapt olunma; düşürme, yıkma; güreşte düşüş; elbise fırfırı; (gen.) (çoğ.) çağlayan, şelâle. fall guy başkasının cezasını çeken kimse; dolandırıcılık ve şakada kurban edilen kimse. fall of man, the Fall Hz. Adem ve Havva'nın işlediği günah ve sonuçları. fall of the hammer açık artırma ile yapılan satışlarda malın satıldığını bildiren çekiç darbesi. He is riding for a fall. Belâsını arıyor.
fallacious(s). boş, yanlış, ,çürük, aslı esası olmayan, yalan, yanıltıcı, aldatıcı, temelsiz. fallaciously (z). esası olmadan, boşuna,yanlış olarak. fallaciousness (i). yanlışlık, asılsızlık, temelsizlik.
fallacy(i). yanlış fikir, aldatıcı kavram,sahte görünüş; aldatma, hile, yanlışlık, yanlış, hata, temelsizlik; (man.) safsata, mantık kurallarına aykırı gelen sav. pathetic fallacy insanlara has duyguların doğal belirtilere mal edilmesi (insafsız deniz gibi).
fallal(i). süslü şey, süs. fallalery (i). süs eşyaları, gösterişli şeyler, biblo.
fallible(s). yanılabilir, hataya düşebilir,yanlış olabilir. fallibil'ity (i). yanılma payı. fal'libly (z). yanılarak, hata ederek.
fallout(i). nükleer bir patlama sonucu meydana gelen radyoaktif zerrelerin atmosferde aşağı doğru inmesi.
fallow(i)., (s)., (f). nadas olarak dinlendirilen arazi, nadas; dinlendirilecek tarlayı sürme, nadas etme, canlıların hamile olmadığı devir: (s). nadasa bırakılmış, ekilmemiş; (f). dinlendirilecek tarlayı sürmek, nadas etmek. Iie fallow boş kalmak. fallow crop nadas yerine ekilen ekin. green fallow tarlayı boş bırakmayıp ekilen şalgam ve pancar gibi yeşil yapraklı bitki. naked fallow nadas.
fallow(s). açık sarı; deve tüyü rengi. fallow deer Avrupa'ya mahsus açık sarı renkte bir çeşit küçük geyik.
false(s)., (z). sahte, yapma, taklit, yanlış, hatalı; yalan, asılsız, aslı esası olmayan, yalancı; hakikatsiz, vefasız; hain; güvenilmez; (mak.) kuvvetlendirmek veya muhafaza etmek için konulan (parça); (müz.) ahenksiz, yanlış;(z). hile ile; yalan söyleyerek; hata ederek;sadakatsizlikle. false bottom sahte dip, gizli dip (sandık veya çekmece).false colors sahte hüviyet. false face maske. false hearted (s). hain, sadakatsiz. false horizon yapma ufuk. false keel (den.) kontra omurga. false pretenses aldatma niyetiyle sahte davranış. false representation maksatlı yalanlar serisi. false step yanlış adım, sürçme, hata. false teeth takma diş, protez. play false aldatmak, ihanet etmek. falsely (z). yalan olarak. falseness (i). yalan, sahtelik.
falsetto(i)., (s)., (müz.) (erkekte) yüksek perdeden ses, kafa sesi; böyle sesle şarkı söyleyen kimse; (s). böyle sesli.
falsies(i)., (k.dili) göğüsleri dolgun göstermek için sutyen içine doldurulan pamuk.
falsify(f). tahrif etmek, bozmak, kalpazanlık etmek; yalan olduğunu söylemek; hukaslı olmadığını ispat etmek. falsifica'tion(i). tahrif, sahtesini yapma, taklit. falsifier (i). düzenbaz kimse, yalancı; tahrifçi kimse; kalpazan kimse.
falsity(i). yalan oluş, doğru olmayış,yanlış oluş.
falter(f). sendelemek, sürçmek; kekelemek, sarsılmak; tereddüt etmek, duraklamak;tereddutle söylemek. falteringly (z). tereddütle, kekeleyerek.
fam.(kıs.) familiar ,family.
fame(i). şöhret, nam, ün.
familial(s). aileye ait, aileden geçmiş.
familiar(s)., (i). aşina, bilen, malûmatı olan, haberdar olan; tanınan, bilinen; teklifsiz,mahrem, samimi; Lâubalî, arsız; (i). teklifsiz dost, arkadaş; aile ferdi; hizmetçi; cin, ruh. familiar spirit bir insanın hizmetinde olduğu farz edilen cin veya ruh. get familiar with küstahça davranmak. familiarly (z). teklifsizce, dostça, samimi olarak.
familiarity(i). iyice tanıma, bilme, aşinalık, teklifsizlik, hususiyet, alışkanlık,ünsiyet; (gen.) (çoğ.) davranışlarda serbestlik,arsızlık, Lâubalîlik.
familiarize(f). alıştırmak, tanıtmak; tanımak, ilişki kurmak. familiarize oneself with poetry şiirle aşinalık peyda etmek.
family(i). aile; zürriyet, kabile,akraba; çoluk çocuk, ev bark; fasile, cins,tür. family Bible bir ailenin önemli günlerini kaydettiği içinde boş sayfaları bulunan büyük boy Kitabı Mukaddes. family circle aile çevresi, aile muhiti; tiyatroda üst balkon. family man ev bark sahibi, aile babası. family name soyadı. family skeleton aile sırları. family tree aile kütüğü, şecere,soyaacı. in a family way (k.dili) gebe, hamile.
famish(f). aç kalmak, açlıktan ölmek; açlıktan öldürmek; aç bırakmak.
famous(s). ünlü, meşhur, tanınmış,maruf; belli: (eski), (h. dili) iyi. famously (z). meşhur olarak; (h. dili) mükemmel.
famulus(i). (çoğ. li) (Lat.) bir âlimin veya sihirbazın uşağı.
fan(f). (ned, ning) hava vermek, yelpazelemek; savurmak; esmek, serinletmek;rüzgârın önüne katılmış gibi yavaş yavaş hareket etmek; yelpaze gibi açılmak; (beysbol) vuruş olmadığı için oyunu kaybetmek. fanthe flames kışkırtmak, tahrik etmek, körüklemek.
fan(i)., (h. dili) hayran veya düşkün kimse,meraklı kimse. sport fan spor tiryakisi .movie fan sinema meraklısı.
fan(i). yelpaze; pervane, pervane kanadı;vantilatör; yelpaze şeklindeki herhangi bir şey,yeldeğirmeninin iri kanatlarını rüzgâr yönünde tutmaya mahsus arka kanat. fanlight (i)., (mim.) kapı üstündeki açık yelpaze şeklinde pencere fantail (i). yelpaze kuyruklu kuş; böyle kuyruğu olan güvercin; yelpaze kuyruklu akvaryum balığı; geminin kıçı. fan tracery yelpaze şeklîndeki kemer süsü. fan vaulting yelpaze şeklîndeki kemer. electric fan vantilator. exhaust fan aspirator.
fanatic(s)., (i). aşırı derecede bir parti veya din meraklısı; mutaassıp; müfrit, aşırı,öIçüsüz; (i). aşırı fikirleri olan kimse. fanaticals aşırı, müfrit, ölçüsüz olarak. fanatically (z). aşırı bir bağlılıkla, sabit fikirle; tutuculukla,taassupla. fanaticize (f). tutuculuğa sevk etmek. fanaticism (i). tutuculuk, taassup, aşırılık.
fancied(s). hayal mahsulü olan, muhayyel.
fanciful(s). gerçekten uzak, kaprisli,hayalperest, hayal peşinde koşan. fancifully(z). hayal mahsulü olarak. fancifulness (i). hayale dayanma.
fancy(i)., (s). hayal, düş, imge; merak,kuruntu; kapris; meyil, sevgi; zevk; zihinde yaratılan bir kavram, mefhum; (s). fantazi, süslü; hayale dayanan, keyfi; yüksek kaliteli (meyve); ifrat derecesinde. fancy dress fantazi elbise, karnaval kıyafeti. fancy dress ball maskeli balo, kıyafet balosu. fancyfree (s). aşığı olmayan. fancy woman fahişe. fancy work(i). el işi, işleme. catch the fancy of hoşuna gitmek, beğenilmek. take a fancy to beğenmek, sevmek, meyletmek.
fancy(f). hayal etmek, tasavvur etmek,kurmak; beğenmek, sevmek; zannetmek, tahmin etmek, neslini ıslah etmek için hayvan yetiştirmek. Fancy ! Fancy that ! Takdir sizindir! Acaba! Yok canım!
fandango(i). (çoğ. - gos) hareketli bir İspanyol dansı, bu dansın müziği.
fane(i). mabet, küçük mabet.
fanfare(i)., (müz). nefesli çalgıların hep birden çaldıkları coşkun parça; fanfar.
fang(i). hayvanın azı dişi; yılanın zehirli dişi; dişin kökü; pençe. fanged (s). dişli, azılı. fangless (s). dişsiz (hayvan).
fanny(i)., (A.B.D)., (k).dili but, kaba et.
fantan(i). Çin'e mahsus ve parayla oynanan bir kâğıt oyunu; bir çeşit kâğıt oyunu.
fantast(i). hayalperest, hayal peşinde koşan kimse, garip fikirleri veya üslubu olan kimse.
fantastic(s)., (i). garip, tuhaf, acayip; mantıksız; hayali, gerçekten uzak; kaprisli, hayalperest; (i). hayali ve garip fikirleri olan kimse; sÜs düşkünü. fantastical (s). hayali;fantezi seven. fantastically (z). aşırı derecede;acayip bir şekilde.
fantasy, phantasy(i). hayal, fantezi,kapris; hülya, kuruntu, garip fikir, garabet; (müz). fantezi.
fantoccini(i)., (çoğ). kukla oyunundaki bebekler; kukla oyunu.
far(z)., (s). uzak; (s). uzak, uzun,,, daha uzun olan; ilerlemiş. far and away pek çok. far and near, far and wide her yerde. far be it from me. Allah esirgesin. Bana göre değil. Ben yapmam. few and far between seyrek. Far East Uzak Doğu. Far from it. Ne münasebet. Bilâkis. Hâşa! fargone (s). çok hasta, çok ilerlemiş, çok deli, çok sarhoş. far off çok uzak; dalgın. far West uzak Batı, özellikle (A.B.D).'nin batı eyaletleri. a far cry büyük fark. as faras he is concerned ona kalırsa, ona sorarsan. by far büyük bir farkla. go far ileri gitmek, çok dayanmak, tesirli olmak. He will go far. Başaracak. how far nereye kadar. So far so good. Her şey yolunda.
farad(i). elektrik kuvvetini ölçmeye mahsus bir ölçü birimi, farad. faradiza'tion (i). (tıb). endüklenmiş elektrik akımiyle tedavi.
farce(f). saçma sapan sözlerle süslemek.
farce(i)., tiyatro gülünçlü tiyatro oyunu, fars; maskaralık, saçma.
farceur(i)., (Fr). şakacı, muzip; gülünçlü tiyatro oyunu yazan veya oynayan kimse.
farcical(s). gülünç, tuhaf, maskaralık kabilinden.
farcy(i). (bayt). atlara mahsus bir çeşit çıban.
fare(i). yol parası, bilet ücreti; navlun; yolcu, kayık veya araba yolcusu; yiyecek. bill offare yemek listesi. full fare tam bilet; tam navlun. half fare yarım bilet; yarım navlun. plentiful fare bol yemek. poor fare kötü yemek.
fare(f)., eski olmak, vaki olmak; başından geçmek; yemek yemek; geçinmek, yemek temin etmek; eski yolculuk etmek. Fare ye well. Uğurlar olsun, selâmetle. fare forth yola çıkmak. fare ill işleri yolunda gitmemek. fare sumptuously bol bol yiyip içmek, sefa sürmek.
farewellünlem, (i)., (s). Uğurlar olsun, Güle güle. (i). ayrılma, gitme; veda, geçirme,uğurlama; (s). son, ayrılma. farewell dinner veda yemeği.
farfamed(s). çok meşhur, şöhreti çok yaygın.
farflung(s). çok yaygın, uzak yerlere yayılmış.
farina(i). mısır unu, irmik, nişasta.
farinaceous(s). un kabilinden,un gibi, nişastalı, irmikli.
farinose(s). un veren; (bot)., (zool). una bulanmış gibi beyaz tozla kaplı.
farm(i). çiftlik, tarla; su altında kabuklu deniz hayvanları yetiştirmek için ayrılan saha; beysbol idman takımı; eski bir belediye veya mıntıkadan tarhedilen vergi; eski bu verginin mültezimliği. farm hand çiftlik amelesi, rençper.
farm(f). ekmek, ekip biçmek, çiftçilik etmek; iltizam etmek, kira ile tutmak; fakir bir kimseye para ile bakmak için anlaşmak; out ile, (tic). multezime vermek, kiraya vermek,icara vermek; beysbol idman takımına yerleştirmek. farming (i). çiftçilik.
farmer(i). çiftçi; çiftlik sahibi veya kiracısı. farmer-general eski Fransa'da mültezim.
farmyard(i). çiftlik avlusu, çiftlik binaları arasındaki meydan.
faro(i). bütün oyuncuların kâğıdı dağıtana karşı oynadıkları bir çeşit iskambil oyunu.
farout(s)., (A.B.D)., argo makbul, geçerli; bilgili; tatminkar.
farreaching(s). uzaklara erişen,şümullü, geniş kapsamlı, geniş mikyasta.
farrier(i)., (ing). nalbant, orduda baş nalbant; baytar. farriery (i). nalbantlık.
farrow(i)., (s)., (f). bir batında doğan domuz yavruları; (s). yavrulamayan (inek); (f). yavrulamak (domuz).
farsighted(s). uzağı iyi gören; (tıb).hipermetrop.
fart(i)., (f)., kaba yellenme, osuruk; (f). yellenmek, osurmak.
farther(s)., (z). daha uzak, daha uzun, öteki, ötedeki; (z). daha uzakta, daha ötede, daha ilerde; daha uzağa, daha fazla; bundan başka, ayrıca, buna ilâveten. farthermost (s). en uzak, en ötede, en ileride; (bak). further.
farthest(s). en uzak; un uzun; (z). en uzakta, en ötede, en ilerde, en uzağa; (bak). furthest.
farthing(i). çeyrek peni (eski biringiliz parası). It isn't worth a farthing. Beş para etmez.
farthingale(i). eskiden kadınların giydiği çemberli etek veya iç eteği, jüpon, etegi kabartmak için alttan takılan çember.
fasade(i). bir binanın yüzü, cephe, dış görünüş, yalancı görünüş.
fasces(i)., (çoğ). eski Roma'da bazı hakimlerin önü sıra taşınan ve ortasında cellat baltası olan değnek demeti, hakimlik sembolü.
fascia(i). (çoğ. -ciae) (anat). kas ve iç organları saran veya bağlayan ve deri altında bir tabaka meydana getiren liflerden oluşmuş bağdoku; (zool). geniş ve belirli renkli hat; şerit, kemer, sargı; (mim). mustevi bant, yatay bant.
fasciated(s). şeritli, kemer veya sargı ile bağlı; (bot). bir çok dalların birleşmesinden meydana gelmiş ve yassılaşmış; renk renk çizgileri olan.
fascicle(i). küçük demet, salkım, fasikul, cüz, kısım. fascicular (s). salkımlı; kısım kısım, bolümleri olan.
fascinate(f). büyülemek, teshir etmek; meftun etmek, hayran bırakmak. fascinating (s). cazip, çekici, büyüleyici, meftun edici. fascina'tion (i). büyüleme, teshir, cazibe. fas'cinator (i). büyüleyici veya çekici şey; bir çeşit eşarp.
fascine(i)., (ask). harpte bazı hafif istihkamlarda kullanılan çalı demeti.
fascism(i). faşizm. fascist (i)., (s). faşist,faşist parti üyesi veya taraftarı; (s). bu parti ile ilgili, faşist.
fashion(i)., (f). moda, adet, usul, kılık, biçim, şekil; tarz, üslûp; davranış; kibar sınıf hayatı; üst tabaka, yüksek zümre; (f). yapmak, şekil vermek. fashion to uydurmak. fashion plate en son modayı izleyen kimse; elbise modeli. after veya in a fashion şöyle böyle. after the fashion of gibi, tarzında. out offashion modası geçmiş, demode. set the fashion modada öncülük etmek. the latest fashion en son moda.
fashionable(s). modaya uygun, kibar kimseler arasında revaçta olan. fashionably (z). modaya uygun olarak.
fast(f)., (i). oruç tutmak, perhiz etmek; (i).. oruç, perhiz; oruç süresi. fast day oruç günü, perhiz günü. break one's fast orucu açmak,oruç bozmak, perhiz bozmak; kahvaltı etmek.
fast(s)., (z). çabuk, tez, seri, süratli; ileri;ahlaksız, eğlenceye düşkün; sıkı, sabit, yerinden oynamaz, çıkmaz; sadık; metin, dayanıklı,solmaz; derin (uyku); (z). çabuk, süratle; sıkıca, sıkı olarak; tamamen, derin bir şekilde; yakında, yanında. fast color solmayan renk, sabit renk. fast friend yakın dost, sadık dost. fast shut sımsıkı kapalı. fast track spor düzgün koşu sahası. Iive fast ahaksızca yaşamak, çılgınca bir hayat sürmek, hızlı yaşamak. play fast and loose riyakarlık etmek; iki yüzlülük etmek. fast asleep derin uykuya dalmış. hold fast sıkıca tutmak, yapışmak; dayanmak.
fasten(f). bağlamak, açılmayacak surette kapamak, sürmelemek, tutturmak; dikmek,ayırmamak (gözünü); üzerine atmak. He fastened his eyes on her. Gözlerini ona dikti. fastener (i). bağlayan şey, bağ, toka, bağlaç. fastening (i). kapalı tutan şey, raptiye, süngü, toka.
fastidious(s). titiz, müşkülpesent. fastidiously (z). titizlikle. fastidiousness (i). titizlik, müşkülpesentlik.
fastigiateated(s)., (bot). dik olarak aynı düzlemde biten (dallar), koni şeklinde (servi, kavak); (zool). koni şeklindeki demet gibi.
fastness(i). metanet; kale, istihkâm,emin yer; sağlamlık; sürat.
fat(s). (ter, test) (i). şişman, slang şişko; semiz, yağlı; bol ve iyi; bereketli; kârlı; dolgun;kalın; (i). yağ; bereketli ürün; semizlik. fat cat (A.B.D)., argo zengin adam; seçim öncesi partisine maddi yardımda bulunan kimse. a fatchance (A.B.D)., argo çok zayıf bir ihtimal,imkânsızlık. fathead (i). aptal kimse. fat lime halis kireç, kolay sönen kireç. fatwitted (s). ahmak. chew the fat argo konuşmak. Iive off the fat of the land her şeyin iyisiyle geçinmek. The fat is the fire. Kıyamet kopacak. iş patlak verecek. kill the fatted calf samimi karşılamak (uzun bir ayrılıktan sonra dönen kimseyi).
fatal(s). öldürücü, mahvedici, yok edici; talihsizlik getiren; kadere bağlı, mukadder,önüne geçilemeyen. fatally (z). öldürücü bir surette, ölecek derecede; kadere bağlı olarak.
fatalism(i). kader ve kısmete boyun eğme, tevekkül; her şeyi kadere bağlama inancı, fatalizm, kadercilik.
fatalist(i). her şeyi kader ve kısmete bağlayan kimse, fatalist. fatalistic (s). her şeyi talih veya kadere bırakan. fatalistically (z). mukadderata bırakarak.
fatality(i). kaza sonucu olan ölüm; felâket, musibet, uğursuzluk; kader, kısmet. fatalities (i). ölenler.
fatamorgana(özellikle Messina Boğazında görülen) serap.
fate(i). kader, takdir, kısmet, talih; ecel, helâk, ölüm; akibet, encam. the Fates kader tanrıçaları. fated (s). kadere dayanan, kadere bağlı; mahvolmaya mahkûm.
fateful(s). mukadderatı tayin eden, mukadder, kaçınılmaz; tarihi önem taşıyan; meşum. fatefully (z). kaçınılmaz bir surette, mukadder olarak; meşum bir şekilde.
father(i). baba, peder; ata, cet, soy, icat eden kimse, bani, pir; (b.h). Cenabı Hak, Allah; (kil)., (b.h). papaz; (çoğ). büyükler, ihtiyarlar. father confessor günah çıkaran papaz. fatherinlaw (i). kayınpeder. father of lies şeytan. Holy Father Papa. the Church Fathers Hıristiyanlığın ilk asırlarındaki dinî metinleri kaleme alan yazarlar. fatherhood (i). babalık sıfatı, babalık. fatherless (s). babasız, yetim. fatherliness (i). babacan tavırlar. fatherly (s)., (z). baba gibi, babacan.
father(f). babası olmak; vücuda getirmek, icat etmek; oğul olarak kabul etmek; abaca davranmak. father on isnat etmek,atfetmek, yüklemek (bir kitabı, bir yazara).
fathom(i). kulaç (uzunluk ölçü birimi).
fathom(f). iskandil etmek; etraflıca anlamak. fathomable (s). anlaşılabilir; iskandil olunabilir. fathomless (s). dibine erişilmez, pek derin: anlaşılmaz.
fatidic(s). kehanet kabiliyeti olan, gaipten haber veren, geleceği önceden haber verebilen.
fatigue(i)., (f). yorgunluk, bitkinlik; zahmet, meşakkat, ağır iş; (mak). eskime, dayanıklığı kaybetme; (ask). kışla hizmeti; (çoğ)., (ask). kışla hizmeti sırasında askerlerin giydiği kalın ve dayanıklı elbise; (f). yormak, yorgunluk vermek; (mak). dayanıklığını kaybettirmek.
fatling(i). besili hayvan, semiz hayvan.
fatsoluble(s)., (kim). yağ içinde eriyebilen (vitamin).
fatten(f). semirtmek, şişmanlatmak; gübrelemek; şişmanlamak, semirmek.
fatty(s)., (i). şişman, semiz, yağlı; gübreli (i)., (aşağ). şişko, dobiş. fatty acid (kim). gliserid yapan asit, yağ asidi. fatty compounds (kim). yağlı bileşimler. fatty degeneration (tıb). yağ dejenerasyonu, olağanüstü şişmanlık. fatty tissue (anat). yağ dokusu. fattish (s). şişmanca, oldukça toplu.
fatuity(i). ahmaklık, aptallık, budalalık, akılsızlık.
fatuous(s). ahmak, aptal, budala. fatuously (z). ahmakça, budalaca.
faubourg(i). varoş, şehir dışındaki mahalle, banliyö.
fauces(i)., ,(çoğ)., (anat). boğaz; (zool). helezoni deniz kabuğu ağzının içi.
faughünlem Püf ! Aman ! Ne fena ! Berbat !Uf be!
fault(i)., (f). kusur, kabahat, hata, yanlış; eksiklik, ayıp; spor faul, hata; (jeol). fay, çatlak; (f). kusur bulmak, kınamak, ayıplamak, takbih etmek; tenkit etmek; suçlamak, itham etmek; (jeol). fay husule getirmek. faultfinder (i). tenkitçi, her şeye kusur bulan kimse. be at fault kabahatli olmak. find fault with kusur bulmak. net fault spor net hatası, ağ hatası. through no fault of kabahati olmadan, hiçbir suçu yokken. to a fault aşırılıkla, ifratla. faultless (s). kusursuz, mükemmel. faultIessly (z). kusursuz bir şekilde, mükemmelen. faultlessness (i). kusursuzluk, mükemmellik.
faulty(s). kusurlu, sakat, bozuk, yanlış. faultily (z). hatalı olarak.
faun(i)., (mit). yarısı keçi yarısı insan olduğuna inanılan bir ilâh.
fauna(çoğ. nae, faunas) (i). fauna,direy, bir memlekete veya bir jeoloji devrîne ait hayvanların topu; bu hayvanlar hakkında yazılmış eser.
fauxpas(Fr). kusur, kabahat, pot,toplum kurallarına aykırı davranış. make afaux pas pot kırmak, çam devirmek, kusurlu bir davranışta bulunmak.
favor(i). yararlı bir yardım; teveccüh, güleryüz gösterme, lütuf, kerem; iltimas, kayırma, himmet; taraf tutma, himaye; iltifat; sima, çehre, yüz; ufak hediye, armağan; (çoğ). cinsi münasebet için müsaade etme. ask a favor ricada bulunmak. bestow favors on ayrıcalık tanımak, iltifat etmek. curry favor yaltaklanarak kendini sevdirmeye çalışmak. do a favor ufak bir yardımda bulunmak. favorless (s). sevimsiz, tutulmayan. in favor of lehinde, taraftarı; (tic). emrine (çek). out of favor gözden düşmüş.
favor(f). müsamaha etmek, tarafını tutmak, iltimas yapmak, kayırmak, himaye etmek,işini kolaylaştırmak; onaylamak, tasdik etmek,tercih etmek: benzemek: dikkat etmek: lütuf göstermek: göz yummak. most favored nation clause diğer ülkelere tanınan kolaylıkları anlaşmayı imzalayan tarafa da sağlayan şart.
favorable(s). uygun, müsait, elverişli, münasip; lütufkâr; taraftar, lehte; güzel. favorably (z). Lehinde, taraftar, iyi, yolunda.
favorite(i)., (s). çok sevilen kimse veya şey; sevgili, gözde; spor kazanması beklenen yarışçı; (s). çok sevilen. favoriteson (pol). kendi seçim bölgesince başkanlığa aday gösterilen kimse. a favorite with tarafından sevilen, tercih edilen. favoritism (i). taraf tutma, adam kayırma.
favus(i)., (tıb). kel hastalığı.
fawn(i)., (s)., (f). karaca veya geyik yavrusu; açık kahverengi; (s). bu renkten olan; (f). doğurmak, yavrulamak (geyik, karaca). fawn color açık kahverengi. in fawn gebe (geyik).
fawn(f)., on ile yaltaklanmak, yüz suyu dökmek, dalkavukluk etmek. fawningly (z). yaltaklanarak.
fax(f). faksimile olarak kopya etmek.
faze(f)., (A.B.D)., (k).dili telâşa düşürmek, iki ayağını bir pabuca sokmak; düşündürmek.
Toplam 224 sonuç listeleniyor
|